Sonat Bağcan'dan Yıllar Sonra Dopdolu ve Aşk Dolu Dönüş! @RÖPORTAJ

Yine bir Gökçen Gökyer Blog’da röportaj günü ve ben yine çok özel bir insanla tanışma şerefine nail oldum. Dev Bağcan ailesinden Sevgili Sonat Bağcan ile çok keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.

Üstelik bu sefer çok daha keyifli bir ortam yakalayarak, tam bir kahve sohbeti yaşadık yağmurlu Ankara akşamında.



Hem aynı şehirde yaşıyor olmamız, hem de Aurora Sports’tan (Tık Tık) spor arkadaşı olmamız (ki bunu Maryana vesilesiyle öğrenmiş oldum), röportajı aceleye gelmeden, tüm yeni albüm yoğunluğunu atlattıktan sonra keyifle gerçekleştirmemize olanak sağladı.

İyi ki de öyle olmuş. Saatlerin nasıl geçtiğini anlamadığımız, kaydı kapattıktan sonra da uzunca bir süre lafımızı sonlandıramadığımız çok hoş bir buluşma oldu. Hem çok naif, hem çok samimi, hem de oldukça dolu biri olması ile uzunca süredir yaşadığım kültürel boşluktan sonra (Tık Tık) ruhuma çok iyi geldi açıkçası.

Lafı fazla uzatmıyorum, kahveleriniz hazırsa buyurun sohbetimize başlayalım!


G.G. 90’lı (96) yıllarda çıkış yaptıktan sonra albüm epey geç geldi. Neden ara verdiniz? 90’larda Türkiye’de müzik sektörü yeni gelişmekte olduğu için çıkış yapan sanatçılar daha kıymetliydi aslında, o popülariteden neden geri çektiniz kendinizi?

S.B. Aslında birkaç radyo programına katıldığımda programcılar benim şarkılarımın hepsini ezbere biliyorlardı ve başucu cd’si olduğunu söylediler ve hatta o zamanlar şarkılarımla ve yaşamımla ilgili anlattığım şeyleri hatırlıyorlardı. Ben bunun farkında değildim. Aslında “Nereye Gidiyorsun” şarkısı çok popüler olmuş ve ben bunun yeni farkına varıyorum. O zamanlar için şöyle bir şeydi, çok aradığımı bulamadım sanki. Bir de, hani hayat gücü denilen bir şey var ya, muhtemelen hayatı da çok bilmiyordum. Kendimi güçsüz hissetmiş olabilirim. Bir de üstüne aşık oldum, kocamı buldum ve geri dönüş yaptım Ankara’ya. (Tamam, şimdi cevabı aldım diyorum, gülüyoruz.) Ama şöyle de değildi, kocam ‘müzik yapamazsın’ gibi bir şey de demedi ve her zaman bana destek vermiştir. Ben çektim kendimi. Ama o sırada hayatımda yine de müzik vardı, arada küçük konserler veriyordum, kardeşlerimle de bir şeyler yapıyorduk, örneğin küçük kardeşimle mantra müziği yapıyorduk. (Bu konuyla ilgili de az sonra sorum olacak diye not düşüyorum.) Geride kalmadım ama çok görünürde değildim.


G.G. Beklentimi karşılamayan dediğiniz durum ne açıdan?

S.B. Sektörle ilgili aslında. O zaman şimdiki gibi değildi. Şimdi istediğin zaman bir ürün yaratıyorsun ve internet ortamına koyuyorsun, özgürsün. Ama o zamanlar sistemin içindeyken, o sisteme uygun şeyler isteniyordu senden. Benim yaptığım şey öyle ya da böyle sisteme uygun bir şey değildi. (Ne açıdan diye merak ediyorum, açıklıyor…) Mesela, babamın beste ve sözlerini seslendirdim, “yarın çok güzel olmalıyım anne” diye bir şarkım vardı. Orada anlatılan şey bir genç kızın ilk aşkını yaşaması ve anne-babayla bunu paylaşamaması. Şimdi paylaşılabiliyor. Bu gibi şeylerden bahsediyorduk, biraz sistemin dışında bir albümdü. Yine de özgürdüm ve şanslıydım, halam Selda Bağcan’ın yapım şirketinden çıkardım albümümü. Ama katıldığım televizyon programları, röportajlar vb seni başka bir yöne yönlendiriyor ve ben kendimi orada özgür hissetmedim. Herhalde öyle bir şeydi.


G.G. Müziğe ara verdiğiniz yıllarda yaşadığınız bir nevi içsel yolculuk var ve bunun vesilesiyle ortaya çıkmış bir ninni albümü… Bu süreci anlatabilir misiniz nasıl gelişti?

S.B. Belki de özgürce yaratamadığım için, bu farkına varmaksızın sende bir huzursuzluk ve mutsuzluk yaratıyor-muş. -Muş çünkü bunu yaşamın içerisindeyken fark etmiyorsun. Evlatlarım; iki oğlum da büyüdükten sonra bir boşluk yaşadım. Annelikle ilgili çocukların sana ihtiyaç duyduğu dönem içerisinde evet, ama o onların artık sana ihtiyacı olmadığı dönemdi işte o soru başlıyor. Bu boşluk da “bu yaşamdaki yerim nedir?” sorusuna götürüyor. Yani ben niye geldim? Buradaki görevim, benim yapmam gereken bir şey var mı? O sorgulama sırasında ben yogayla tanıştım. Yoga yapmaya başlayınca bu sorular daha da netleşti. Yoga hayat penceremi değiştirdi. O sorulara net cevaplar bulmaya başladım. Ninni albümü de benim hiç tasarladığım bir şey değildi. Geçmişte bana ‘ninni albümü yapacaksın’ deseler gülerek bakardım. Ama bir yoga hocamın çocuğu oldu. Amerika’da yaşıyordu o zamanlar. Ona bir hediye göndermek istedim ve bir ninni çıktı. (Bu arada sesiniz çok yakışmış ninniye diye ekliyorum.) Ben de daha alto, tok bir sesim olsun isterdim ama yumuşak bir sesim var, bu ses niye bana emanet edilmiş derdim, meğer ninniler içinmiş. Yani aslında, bu sesin frekansı ninniler için’e geldi konu. Hayatım boyunca da bilgi topladım yogadan, kendi mesleğim diş hekimliğinden, Yeditepe Üniversitesi’nden aldığım bilinçli hipnoz tekniklerinden, bir sürü okuduğum kitaplardan, aldığım eğitimlerden. Tüm bunların sonucunda da bilinçaltımın annemin karnındayken bile nasıl kayıt yaptığıyla ilgili bilgilenince ve kültürümüzde de “aman çocuğum dur, hızlı koşma düşersin” diye kültürün içinde koşmayan bireyler yarattığımızı, yerinde sayan bireyler yarattığımızı fark edince – kendim de dâhil olmak üzere – içimizdeki çocuklara ve çocukların bilinçaltlarına onları özgür bireyler olduklarını farkına vardıracak sözlerle ninniler, besteler kendiliğinden geldi. Öyle çıktı ninni albümü. “Sen özgür ruh, sen güçlü ruh, huzur, barış sendedir”, “dene, yanılsan da vazgeçme basamak taşların onlar, seni sen yapacak onlar”. (Hafifçe mırıldanıyor o yumuşacık sesiyle, alkışlıyorum ister istemez bu küçük kupleyi söylediğinde) Melodileri de tasarlamadım kendisi geldi. Sözlerin ikisi kardeşim Seda’ya ait, gerisi bana ait. Seneler boyunca da dinlenilecek bir albüm oldu.


G.G. “Müziğin bedendeki hücrelere verdiği şifa” demişsiniz. Bir nevi “müzik ruhun gıdasıdır” tadında bir yorum mu, yoksa ruhsal tedavi yöntemlerine yeni bir bakış açısı mı kastettiğiniz?

S.B. Müzik zaten bir frekans. En azından kendimizden bakalım, bazen bir şey dinliyoruz birden moralimiz düşüyor. Bunu bizi düşürecek bir müzikle mi, yükseltecek müzikle dinleyerek mi yapılandırabiliriz bedenimizi? Seni düşürecek müziği dinleme demiyorum. Çünkü bazen hüzne de ihtiyacımız oluyor. Ama hüznü çok düşüren değil de, kendi içsel farkındalığına götürecek bir hüznün olması gerekiyor. Bir de %70’in su, Japon bilim adamı Dr. Masaru Emoto’nun bir çalışmasında suya sözcükler söyleniyor ve kristalize yapısı mikroskobik olarak inceleniyor. Kötü söz söylenmiş ya da yapıştırılmış su kristallarinde karışık kristalleşme olurken, güzel sözlerin söylendiği ya da yapıştırıldığı su kristallerinde daha düzgün kristalleşme oluyor. Bunun bilimsel olarak da bir kanıtı var en azından. Dolayısıyla müzik bir şifa.

G.G. Yeni albümünüzden bahsedelim bir de. Hem yeni şarkılar var hem de 90’lı yıllardaki şarkınızın cover’ı. İlginç bir hikâyesi var demiştiniz buluştuğumuzda?

S.B. Bir gün halam (Selda Bağcan) Ankara’ya konsere geldi, ertesi gün bizde yemek yiyoruz. Dedi ki bana ‘senin bu albümün çok güzel bir albümdü, o zaman doğan çocuklar şimdi 20’li yaşlarında ve bu albümden haberleri yok ben buna çıkaracağım’. ‘Aman hala boşver’ dedim. ‘Hayır getir sırayı yapacağım’ dedi ve yaptı kendisi. Ondan sonra da, ‘bana bir fotoğraf çektir sen’ dedi. Ben de tamam dedim ama ciddiye almadım. Ondan sonra da gerçekten aşkı anlatmak istedim. Yani dünya bir aşk olsa nasıl olabilir? Ve yaratana âşık olsak ve yaratana aşk olsak, nasıl olabilir? Bunu son derece sade sözlerle ve saf bir şekilde anlatmak istedim. Bu Yunanca bir eser aslında ve ben bu esere takıldım. Yine aynı şekilde gittim bahçeye, kâğıdı kalemi aldım, sözleri yazdım kalktım. Sonra halama, ‘o zaman yeni bir şarkı koyalım’ dedim ve bu “Nefesim Senle”yi çalıştım. Sonra halam dedi ki, ‘sen benim söylediğim “O Günler” şarkısını çok güzel söylersin, bunu da koyalım’. ‘Hayır halacım koymayalım’ dedim, ‘hayır konacak’ dedi. (Gülüyoruz) Onu da koyduk ve hiç aklımda olmayan bir şekilde “Nefesim Senle” albümü çıktı. Yeni ve eskinin harmanlandığı bir albüm oldu.

G.G. İlk klip de bu şarkıya geldi…

S.B. Klibim çok güzel oldu. Cem Hamdi Kaya’yla buluştuk. Onunla Instagram aracılığıyla tanıştık. Menajerim ve sosyal medya yöneticim Özge Şengül önerdi. Çalışmalarına baktım ve ruhu çok hoşuma gitti. Sonra buluştuk ve Eylül ayında Ağva’da 8-9 kişilik ekiple günün nasıl geçtiğini anlamadığımız muhteşem bir klip çekimi yaptık. Öğlen yemek yemeyi unuttuk. Sonra, gelinliğimi giydim klipte (şaşırıyorum, açıklıyor) Beyaz bir kıyafet bulamıyordum, orda aklıma geldi ve denediğimde hala içine girebildiğimi görünce onu giymek istedim. (Aslında albümün de mantığına uymuş, geçmiş ve bugünü harmanladığı için gelinliği kullanmak da bir nevi tematik olarak uymuş, diye yorumluyorum, bu fikri çok seviyor ve onaylıyor) Sen söyleyince giydiğim her kıyafet bir anı ve üzerine yeni bir şey ekleyerek kullandım, bir tane giydiğim kıyafet de yeni. Geçmişle bugünü harmanlamışım farkında olmadan.


G.G. “Nereye Gidiyorsun?” şarkısına da klip gelecek mi tekrar?

S.B. Armagedon Türk, Orkun Tunç ile çektik. Onunla buluşmamız da çok ilginç oldu. Ben bu albümde bir niyet koydum ve niyetime uygun insanlarla bir anda buluştuk. PR için görüşme yaparken İstanbul’da Ada Stüdyosu’nda kayıt yaptığım yerde Orkun’dan bahsettiler ve aradım, anlaştık. Sonra görüştüğüm kişiler akşam eve gidiyorlar ayrı ayrı, meğer onlar sevgiliymiş. Yine aşk yani. Remix de çok içime sinen bir çalışma oldu. Ankara’da Siyah Beyaz Sanat Galerisi bize sponsor oldu ve orada sergisi bulunan İtalyan sanatçı kullanmamıza izin verdi ve klibimizi çektik. Her şey hazır bir, bir buçuk ay sonra inşallah yayına girecek.
Ankaralı kişilerle çalıştım aslında tüm albümü çıkarırken. Tüm hazırlığımızı da Ankara’da yaptık.

G.G. Halanız Selda Bağcan, kız kardeşiniz Serenad Bağcan, babanız Savaş Bağcan, Amcanız Sezer Bağcan… Yeni albümünüzde özellikle herkesin bir katkısı olmuş. Bu süreçler nasıl ilerliyor müzik hayatınızda. Yeni bir projeye başlarken talep mi götürüyorsunuz, yoksa onlardan mı talep geliyor, nasıl bir ortaklık oluyor? 

S.B. Amcalarım, Sezer Bağcan, Serter Bağcan, halam Selda Bağcan, babam Savaş Bağcan… Şimdi Gökçen’cim bunlar çok leb-i derya insanlar, çok başka kafalar. Onların her zaman eserleri var, her zaman yaratıyorlar aslında. Biz o yaratımların içinden seçiyoruz. Mesela kardeşim Serenad şimdi albüm yapıyor ve babamın yıllar önce yaptığı şarkılarından seçerek seslendiriyor. Ama mesela Sezer Amcam da istediğimiz zaman bizim için beste yapıyor, yani karışık oluyor. Kendi besteleri var, bize isteyince bize de yapıyorlar, biz kendimiz de yapıyoruz. (Çok ekonomikmiş diye gülüyorum, onaylıyor.) Yunanca parçanın telif hakkını alırken ne kadar ekonomik olduğunu anladım. (Gülüyoruz yine)


G.G. Ailenin ortak yanı müzik olsa da her birinizin farklı bir tarzı var. Selda Bağcan daha çok Türk Halk Müziği ve Anadolu Rock, kardeşiniz Serenad Bağcan daha çok batı müziği,  Seda Bağcan ise Mantra müziğin ülkemizdeki temsilcisi ve siz de daha çok pop alanındasınız. Bu yönlenme, bu çeşitlilik nasıl oldu?

S.B. İlk albümü büyüklerimden sonra çıkaran benim aslında. Serenad’ın hikayesi de değişiktir. Devlet Çok Sesli Korosu sanatçısıydı ve bir gün Nazım Hikmet Oratoryosu’nda solistin geç kalmasıyla şef diyor ki, bizden birisi var gelsin söylesin. Fazıl (Say) da dinliyor ve çok beğeniyor. Ondan sonra ‘Metin Altıok için bir eser var seslendirir misin?’ diyor, Serenad gidiyor ve eseri seslendirirken, Fazıl ‘neden biz bir albüm yapmıyoruz?’ diyor ve böylece albüm yapıyorlar. Çok hızlı gelişti. Seda da Almanya’da yaşıyordu ve yogayla ilgili çalışmalar yaparken mantralarla karşılaşıyor ve onu çok etkiliyor. Sonra bu mantraları bizim melodilerimize uygun nasıl yapabilirim derken bu albümü çıkarmaya karar veriyor. Seda bu albümü çıkarmaya karar verdiği zaman –bu arada Türkiye’nin ilk mantra müzikçisi- biz aile olarak çok dalga geçtik. Bizim ailenin de böyle bir tarafı var. Geçen halam da söyledi, ‘size laf geçiremiyorum, burnunuzun dikine gidiyorsunuz’ diye. Öyleyiz gerçekten. Albümünü çıkardı ve geçen sene Grammy Müzik Ödülleri’ne New Age tarzında aday adayı oldu. Gitarro şirketiyle çalışıyor ve onlar Seda’yı önerdiler. (Böyle konuların gündeme fazla gelememiş olması ne kadar üzücü bir durum ülkemizde diyorum, katılıyor) Buradan da hayat bizi bir şekilde başka başka yönlere götürdü. Ama şu var, biz iki senedir arada konserler veriyoruz ve acayip bir şey çıkıyor bizden. (Mesut Yar’ın programına katıldıklarında dinlediğimi ve ne kadar uyumlu olduklarını düşündüğümü söylüyorum) Gökkuşağı gibi hepimizden bir şeyler çıktı. Bakalım, halamla da bir şeyler yapabiliriz, sürprizli projelerimiz de var. Önümüzdeki sene Serenad’ın albümün çıkmasını bekliyoruz.


G.G. Gökçen Gökyer Blog takipçilerine iletmemi istediğiniz mesajınız var mı?

S.B. Hayatı aşkla yaşıyorlar mı? Hayatları doyumlu mu? Ve hayat onlar için anlamlı mı? Bu soruları sormalarını isterim kendilerine. Eğer bunları hayatlarında hissetmiyorlarsa, bunun için bir çaba göstermelerini isterim. Böyle bir şey demek geldi içimden. Gökçen’i de takip edin büyülü bir kadın, derim. (Utanarak teşekkür ediyorum, üsteliyor.) Bunu gerçekten söylüyorum, çok ince noktaları görünmeyen noktaları alanın okuyor ve gösteriyor. Çok güzeldi gerçekten, teşekkür ediyorum.

Sevgili Sonat Bağcan'a tekrar çok teşekkür ediyor, röportajımızı söz verdiğim üzere yepyeni albümü "Nefesim Senle"nin aynı zamanda ismini aldığı parçası ile noktalıyorum.

Çok Sevgiler!



İki İzlemelik Öneri @KültürSanat

Özellikle son zamanlarda hissettiğim kültürel boşluk, sosyal çevremde de beni bir hayli rahatsız etmeye başladı.

Boş konuları, boş geçirilen zamanları, boş tv yayınlarını gördükçe, en alakasız insanlar tarafından nasihatler dinledikçe, kaba saba konuşmanın ve davranmanın marifet bilindiğini fark ettikçe daha az konuda heyecan duymaya, daha az konuda kahkaha atmaya başladım.

Bu anlamda son günlerde kendimi iyi hissettiren iki dizi/filmden bahsetmek istiyorum.


Birincisi, özellikle Gülse Birsel'in zeka ve entelektüelliğine güvenerek gittiğim "Aile Bağları"nda yaşadığım hayal kırıklığından sonra, Leyla ile Mecnun'dan iyi bildiğimiz Ali Atay'ın zeka ve espri kafasına istinaden şansımı ikinci kez denediğim "Ölümlü Dünya". Leyla ile Mecnun'u izleyen, o kafayı bilen ve absürdlüğüne eğlenen çoğu kişi için oldukça komik olmuş. Üstelik fragmanına gülmemiştim. Sadece biraz yeni başlayan bir dizinin ilk bölümü gibi bir izlenimi var. Dipnot olsun.


Diğeri de bilime olan heyecanımı artıran, "The Big Bang Theory"den bildiğimiz Sheldon'ın çocukluğunu anlatan dizi "Young Sheldon". Diziyi bizzat seslendirdiği için daha da eğlenceli bir hal almış. 80'lerde geçen dizi hafif "The Goldbergs" tadında ve oldukça eğlenceli. Özellikle Elon Musk'ın da ufak bir rol aldığı 6. bölümü kesin izleyin. Bilime olan hayranlığınızın artığını hissederek bölüm sonunda bilim insanlarının dünyada başka neler yaptığını araştırken bulabilirsiniz kendinizi. Örn:


Sonra bakayım biz neler yapmışız diyerek şöyle şeylere denk gelebilir ve yeniden 20 yıl öncesine (TR, 2018) dönebilirsiniz. =)



Posta nereden başladım, nerede bitirdim, aralarda nelerden bahsettim gibi oldu ama aslında hepsi birbiriyle bağlantılı ve final bölümü giriş bölümüne referans veriyor. Kısır döngüye bağlanan postumu böylece noktalıyorum.

Sevgiler! =)
 




BOSNA HERSEK @3. BÖLÜM: BOSNAHERSEK'te Ne Yenir?

Saraybosna (Tık Tık) ve Mostar (Tık Tık) bölümlerinden sonra sıra geldi "Bosna Hersek" serisinin 3. ve son bölümüne: "Bosna Mutfağı!"


Eskiden daha turistik olarak baktığım, "gelmişken yemeden dönmeyelim" mantığım, bahsettiğim gibi seyahat programlarından sonra yerini biraz daha gurme bir kültüre bıraktı.

Bu yüzden, gittiğim mekanlarda/şehirlerde/ülkelerde artık denediğim her yeni lezzeti daha farklı açıdan değerlendiriyorum.

"Roma'da Romalılar gibi davran" felsefesiyle, kahvaltıdan akşam yemeğine kadar tüm lezzetleri Boşnak mutfağına, onların usulüne göre yiyerek bir Bosnalı olmayı denedik. 

Acaba bu yüzden mi Mostar'dan Saraybosna'daki otelimize döndüğümüzde "heh, evimize geldik" hissi yaşadık?

Kim bilir...

Gelelim bizim lezzetleri ve mekanları paylaşmaya:

Boşnak Böreği

Bunu Urla'daki dostlarımdan zaten biliyorum aslında. Sıcacık ve çayla yediğim sürece kendimi ülkemde hissettiren bir tat. Birçok çeşitlisi bulunmakta. Saraybosna'da Başçarşı'ya daldığınızda birçok börekçiyle karşılaşacaksınız. Yanında Türk çayı da veriyorlar ama sanırım oranın insanı yoğurt dedikleri sulu ve tatlı ayranla tüketiyor.




Biz Buregdzinica ve Sac olarak iki farklı mekanda denedik. Her ne kadar Sac olanı daha çok tavsiye ile denediysek de Buregdzinica'da yediğim kıymalı ve ıspanaklı börekler favorim.




Cevapi

Kıbrıs'ın şeftali kebabını yiyenler ya da hatırlayanlar (Tık Tık) varsa, ondan çok farklı gelmedi bana. Farklı olarak pidenin arasında ve yanında söğüş soğanla servis ediliyor. Yine yanında tüketilen kaymak (yoğurt gibi bir şey) ve domates sosu kimi mekanda birlikte, kimi mekanda arzuya göre ekstra getiriliyor.


İlk denediğimiz mekan Başçarşı'da tavsiye üzerine gittiğimiz ve yol sorduğumuz kişiden de "iyi yer seçmişsiniz" onayı aldığımız tarihi ve küçük bir lokanta olan Dzenita. Çoğu yerin aksine burada kredi kartı var. Ancak biraz daha prestijli bir yer olduğunu ortamından tahmin ettiğim bu yerde fiyatlar uygun yerlere kıyasla bir tık üstte.


Mostar'da ise alt kanalların birinin yamacında bulduğumuz Divan Restoran'da yediğim cevapi  ise havasından, suyundan mıdır bilmem daha lezzetliydi. Burada içtiğim Boşnak kahvesi de (az sonra aşağıda anlatacağım) Bosna'da içtiklerim arasında en lezzetlisiydi.




Klepe 

Boşnak mantısı. Fırında servis ediliyor. Lezzet olarak bizim mantıdan çok farklı değil. Yeme usülleri biraz farklı sadece.


Kurutulmuş Et, İsli Peynir

Bu tabağı, özellikle yerel bira tadıyorsanız denemeden dönmeyin. Bizim ülkemizde satılan lezzetlerden çok farklı değil ama biraz daha taze olduğunu düşünüyorum. Biz Sarajevsko Bira Fabrikası'nın barında denedik. Çok keyifli bir ikili oldular. Bilginize, keyifle.


Bamija, Bosanski lonac, Etli Güveç, Dolma

Osmanlı himayesinde uzun yıllar kalmış bir ülke olarak lezzetleri de bize epey yakın. Dolma da onlardan birisi. Soğan dolması favorim oldu. İnat Kuja'da tüm yerel lezzetleri tek serviste "little little into the middle" olarak tadabilirsiniz. 







Trileçe

Burada yaygın olduğu için Başçarşıı'da lokal bir pastanede denedik ama ben pek sevmedim açıkçası.


Boşnak Birası (Sarajevsko)

Biraz buğday birasını andıran, oldukça ucuz ve lezzetli, yoğun tadı olan bir bira. Fabrikasının barında içerseniz daha taze olarak bulabilirsiniz.



Boşnak Kahvesi

Bizim Türk kahvesini andıran tadı var. Yapılışı ya da içilişi biraz farklı. Cezvede, yanında kıtlatma şeker ile geliyor. Bazı kafelerde yanında bir cezve de sıcak su getiriliyor ki, sert gelirse bu su ile seyrelterek ve çoğaltarak daha fazla içebilelim. Fincanları da sapsız, sanırım bu kültür Osmanlılar'dan geliyor.





More

Bu Blogda Ara

Translate

Archive

Recent Posts

Popular Posts

Top 10 Articles

Featured Posts

Most Trending

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı