"Tetriste oyun bitmek üzereyken gelen uzun çubukla rahatlayanlar."
Bu repliği duyunca yüzünde hafif tebessüm belirenler buraya, bu yazı bize!
Pop 90 radyosunda, ofiste kafam dolu halde çalışırken koca bir gülümseme belirdi bu cümleyi duyduğumda. Sonra hafif bir burukluk hissettim. Sabahki Gülse Birsel'in yazısını hatırladım sonra da. "Bir zamanlar dünyanın en rafine memleketinde demiş köşesinde". "Müthiş bir kültür, kibarlık ve tevazu" zamanları demiş o '70'ler '80'ler 90'lar nezdinde.
Hey gidi hey,
Ben 70'leri, 80'leri bilmem de, 90'ları hatırlamak yetti.
Pop şarkılarının anlamı vardı, insanlarda bir adap, düzgün konuşma telaşı vardı. Üslubu bozmak ne kadar ayıptı. Mahallenin yaramaz çocuğu her zaman kınanır, en çalışkan çiçek öğrenciler parmakla gösterilirdi.
Zira, amaç gelişmekti.
İlkokul öğretmenimiz hayal gücümüzü zorlardı. "İleride bu tahtalar, defterler olmayacak. Herkesin önünde kendi bilgisayarı olacak ve notlarınızı oraya not alacaksınız" derdi. Hani şu an "ileride uzaya turist olarak gidilebilecek" ütopyası(?) var ya. Tam olarak oydu işte bizim için.
Ne kadar mucizevi şeylerdi.
Elimizdekinin kıymetini bilir de her gün eve o silgiyi kaybetmeden dönmeyi görev edinirdik ya, nasıl da gözümüzde devleşirdi bu yüzden var olan her şey!
Hepsinin kıymetini o zamandan bilmesini öğrenmiştik, dedim ya.
Büyüklerimize yol vermeyi, gördüğümüz su birikintilerinden atlayarak geçmeyi, her sınavdan en yüksek notla geçmeyi prensip edinmiştik.
Birisini kırmışsak, önce hatayı kendimizde aramamız gerektiğini öğretilmiştik. Sıra arkadaşımız bize zarar vermişse bile ona karşılık vermemeliydik. Keza bu konuda da önce hatayı kendimizde bilmeliydik.
Yaratan sevgisi kadar Atatürk'e olan minnet duygumuz vardı mesela.
Hatırlayan var mıdır Hani "Önce Allah, sonra Peygamber, sonra Atatürk" derdi mahalle arkadaşlarımız.
Ezberden de değildi hani.
Bilimin kulak arkası edilmesi de değildi konu. Vatandaş olmanın ayrıcalıklarını, hürriyet duygusunu bile çoktan öğrenmiştik o yaşta.
Adaptı sonuçta.
Laiktik. Düşman değildik hiçbir konuya.
Diziler sezonlarca sürerdi ya da. Şimdiki postfordist içi boş diziler gibi değillerdi. Bu yüzden tüm konuyu ilk bölümde işleme telaşı duymazlardı izleyici yakalamak için. Doluydu nasılsa her bölümün içeriği.
O zamanki dizilerde adap vardı, kültürel birikim vardı, "iyi insan olmak lazım" teması vardı.
Filmleri de keza. Siz hiç gördünüz mü Tarık Akan'ın, Kemal Sunal'ın, Halit Akçatepe'nin insanlara kin, nefret ve "kimseye güvenilmez" duygusu aşıladığını? Adile Naşit'in çocuklarına el kaldırdığını?
İnsanları birbirine kenetleme, barış ve mutluluk sağlamaktı o zamanların tek kaygısı.
Eskilerin şarkıları bile sevdirme, toplumsal mesaj verme amacındaydı. Gerçek aşkların nağmelenmeş versiyonlarıydı.
Kim Müzeyyen Senarı'ı, Barış Manço'yu, Kayahan'ı fasondan sanatçı diye nitelendirebilir ki?
Neden hala envai çeşit, teknoloji harikası dijital oyunlar varken, Super Mario denildiğinde büyük heyecan duyarız?
Çünkü biz kıymet bilmeyi öğrendik.
Elde ettiklerimizin değerini hep bildik.
Hep saydık, hep sevdik, hep insanların iyiliğini istedik.
Kültürü, eğitimi, bilimi, saygıyı düzgün insan olmayı yaşam prensibi olarak belledik.
90'ları sevmemizin nedeni çok daha derinlerde azizim.
Öyle sıradan 90'lar sevgisi deyip geçmemeli.
Nedeni çok daha derinlerde...