Gökçen Gökyer Blog'da yepyeni bir destinasyon ile karşınızdayım: Bosna Hersek!
Aslında akla ilk gelen seyahat noktalarından birisi değildir Bosna. Farklı bir tarih, farklı bir dokuya sahip diğer turistik yerlerle kıyasladığınızda. Hatta doğum günü sebebiyle kaçamak yapılacak bir rota da sayılmaz belki ilk bakışta.
Ama öyle değilmiş işte.
Gitmek, yerinde görmek lazımmış orasını da meğerse.
Hele ki mevzu bir kış tatiliyse, çok da iyi bir fikirmiş.
Bu Bosna Hersek turunu 3 post halinde hazırlamaya karar verdim: "Saraybosna", "Mostar" ve "Bosna Hersek Mutfağı". Neden? Çünkü her birinin içeriği ayrı bir post olmayı hak edecek nitelikte.
Saraybosna ile ilk posta başlıyorum bu bağlamda.
Bu konu biraz önemli, önce bu konudan başlamalıyım. Çünkü gitmesi oldukça kolay bir yer ancak eğer doğru bilgilere sahipsen...
Ankara'dan doğrudan uçuş olup olmadığını bilmiyorum. İstanbul aktarmalı gidecek olursanız toplamda İst-Saraybosna 1,5 ve Ank-İst 1 saatten toplam 2,5 saat için 10-12 saatinizi gözden çıkarmanız gerekmekte. Zira, rötarlar, aktarma beklemeleri, boarding süreleri derken neredeyse tüm gününüzü yakmanız gerekebilir.
Saraybosna'ya indikten sonra ise oldukça küçük hava alanının hemen önünden kalkan şehir içi otobüsü beklemenizi öneririm. Yoksa "yürüme mesafesi" denilen tramvay durağına gitmeniz bir 40-45 dakikanızı alabilir. Taksilere hiç girişmeyin, çünkü o kadar mislini ödemeye değmez. Şehir içi toplu taşımalar inanılmaz düzenli ve rahat. Zaten hava alanı merkezden fazla uzakta ve şehirden kopuk değil.
Şehir içinde ise rahatlıkla tramvayı tercih edebilirsiniz. Neredeyse her 5 dakikada bir tramvay geçiyor. Başçarşı (Baščaršija) yazan tüm hatlarla turizm merkezine inebilir, 1 numaralı hatla ise şehirler arası tren istasyonuna gidebilirsiniz. Kişi başı 1,8 BAM.
Şu da Tramvay hattı. Kesin bunun bir çıktısını yanınıza gitmeden alın, zira turist info'dan temin edebileceğiniz herhangi bir şehir dokümanı bulunmadığı için çok işe yarıyor. Bu durumu biraz turizm kültürü eksikliği olarak görüyorum.
Konaklama
Kesinlikle Başçarşı yakınlarında konaklamalısınız, zira hiçbir gezme noktasına taşıt kullanmanıza gerek kalmayacaktır. Bizim tercih ettiğimiz Bed and Breakfast Vijecnica'yı tercih edebilirsiniz. Kahvaltı dahil rezervasyon yapmanızı tavsiye etmiyorum çünkü çok daha uygun fiyata çok daha yerel bir şekilde kahvaltı edebileceğiniz noktalar var. Mekanla ilgili kredi kartı gibi birkaç sorun var ama mevki olarak mükemmel ve tüm gerekli toplu taşıma araçları önünden geçiyor. Eğer düşünürseniz benim bıraktığım dahil tüm yorumları buradan okuyabilirsiniz. Hemen hemen hepsinde doğruluk payı var.
Turizm
Milajka Nehri boyunca uzanan tarihi doku aslında biraz melez. "Neden?" derseniz, içinde hem Avusturya Macaristan İmparatorluğu zamanından Avrupa mimarisini, hem Osmanlı zamanından Mimar Sinan esintilerini, hem de biraz Sovyetler Birliği zamanlarından esinlenilmiş ve üzerinde hala kurşun izlerini taşıyan betonarme blokları barındırmakta. Aynı kadrajda her üç izi de yan yana görmek mümkün. Belki de bu yüzden, şehrin içlerine girdiğimde bir diğer sokağı keşfetme heyecanım tavan yaptı. Sürekli bir zaman tüneline girmiş hissiyatı yaşıyorsunuz. Bazen 1800'ler, bazen 1900'lerin başı, bazense 92-96 yıllarındaki savaş zamanlarına tanıklık ediyorsunuz. Şehrin yeni yerleşim kısımlarına gittikçe de 2000'lerde olduğunuzu hatırlıyor, çağımıza geri dönüyorsunuz.
Aslında buralar için en makul ziyaret zamanı ilk ve sonbahar diye okumuştum çoğu yerde gitmeden önce. Ancak bu kişilerin kış ayında burayı görmediklerinden dolayı olduğunu gidince anladım. Tam da Balkanların göbeğine Balkan soğuğu zamanı gitmek, coğrafyanın en yerel haliyle görülmesini sağlıyor aslında. Hele ki ikinci gün şehir turuna çıktığımızda öyle güzel turistik bir kar yağdı ki, görsel şöleni anlatmam mümkün değil. Tam olarak bir kartpostalın ya da masal diyarının içinde kaybolduğunuzu hissediyorsunuz. Ha "turistik kar nasıl bir şeymiş?" dediyseniz de not düşeyim. Hani çatılarda birikecek dozda, ince ince, tatlı tatlı yağar, beyaz bir görüntü bırakır ama ne ayağana takılır ne de bastığın yeri kayganlaştırır ya. O kıvam. Tam tadında.
Ambiansın şahaneliğinden bahsetmekten konuya dönebilirsem turistik noktalara da değineceğim inşallah. Gerçi zaten kalan hislerimi anlatmam için şimdi fona bu mekanları da almam lazım ki konsept tamamlansın. Nasıl mı? Hemen başlıyorum.
Latin Köprüsü
Bahsettiğim, şehir boyunca uzanan Milajka Nehri'nin üzerinde yer alan birçok köprüden bir tanesi. Bir Osmanlı yapısı. "Neden bu daha bilindik?" derseniz hikayesi biraz hüzünlü, biraz kritik. İki hikayesi var. İlki, 1. Dünya Savaşı'nın başlamasına neden olan Avustura-Macaristan Krallığı veliahtı Ferdinand'ın suikaste uğradığı köprü olması. Bir diğeri de Bosna Savaşı'nı başlatan, Bosnalı bir kız öğrencinin üzerinde konuşma yaparken Sırplı bir asker tarafından vurulduğu yer olması. Şimdilerde ise şehrin ikonik bir simgesi olarak turistik fotoğraflara fon oluşturmakta. Hani şu "Saraybosna" diye arattığınızda karşınıza çıkan ilk fotoğraf.
İlk gece ay ışığında, ertesi gün ince yağan karın altında, bir sonraki günse beyaz tabakayla kaplanmış şehri ortaladığında gördüm. Her seferinde de aynı hissi yaşadım: Üç boyutlu kartpostal!
Başçarşı
Şehrin çoğu tarihi yapısını kucaklayan çarşı. Bana biraz Urla'daki Malgaca Pazarı'nı hatırlattı. Tabi burası orasının yanında epey büyük. Sebil'in bulunduğu meydandan dalacağınız birçok ara sokağı ve üzerinde bulunan küçücük alışveriş ve yiyecek dükkanlarını barındırmakta. Buradaki turistik dükkanların neredeyse her ikisinden birisi bakır işçiliği. Benim için farklı bir eşya olmadığı için pek ilgimi çekmedi. Yine de hafif köhne, hafif nostaljik havası ile geçmişi yaşattığı için önlerinden geçip gitmesi de keyifliydi.
Avrupa'nın Kudüsü
Bu kısımlar işte ara sokakları keşfetme arzumun tetiklendiği kısımlar. Başçarşı'dan devam ettiğinizde alt meydanlara çıkmaya ve farklı mimarilerle karşılaşmaya başlıyorsunuz. Bir bakmışsınız Mimar Sinan'ın Gazi Hüsrev Cami karşınızda; daracık sokaktan girilen kocaman avlusuyla, bir bakmışsınız kocaman bir katedral burnunuzun dibinde tam bir Avrupa havasında. Avrupai cephelerle çevrili bir sokağa girmişken kafanızı bir camekana çevirdiğinizdeyse 1800'lerin yaşandığına inandığınız tarihi bir otel restoranına şahit oluyorsunuz. Biraz ilerlediğinizde ise yeniden Milajka Nehri'ne çıkıyor, Saraybosna'da olduğunuzu hatırlıyorsunuz. Cami ve ortadoks ve katedralle birlikte sinagog da bulunduğu için burası Avrupa'nın Kudüs'ü olarak da anılıyormuş.
Gazi Hüsrev Cami: Osmanlı Eseri olan Gazi Hüsrev Cami, dönemin valisi Gazi Hüsrev Bey tarafından 16. yy'da Mimar Sinan'a inşa ettirilmiş. Türbesi, avlu içerisinde bulunuyor.
İsa'nın Kalbi Katedrali (Katolik Katedrali): Gazi Hüsrev Camii'nden sonra İstiklal'e benzettiğim Ferhadiye Caddesi üzerinden biraz daha ilerlediğinizde minik bir meydana çıkıyorsunuz. Katedral tam merkezinde duruyor. Paris'teki Notre Dame Kilisesi'nin sadesi demiştim, zaten oradan bilinçli esinlenerek yapılan bir Neogotik mimariymiş.
Milli Kütüphane
Otelimize komşu olan yapı, 19. yy Avusturya Macaristan yönetiminde yapılmış belediye binasıyken 2. Dünya Savaşı sonrasında kütüphane olmuş. Ancak Bosna savaşında çoğu eser yakıldığı için yeniden belediye binası olarak hizmete girmiş. Şu an hem belediye binası olarak hem de "ücretli" olarak turistlerin ziyaretine açık konumda.
Inat Kuja
Üstteki hikayeyle devam edeyim. Avusturya Macaristan zamanında imparator Milajka'nın bir tarafını düzenlemek ve buraya bir belediye binası yapmak istemiş. Herkes razı olmuş ancak bir kişi inat etmiş ve evinden vazgeçmemiş. Kendisini ikna etmek içinse tek şartı olan, nehrin karşı kıyısına bire bir aynısının yapılması kabul edilmiş ve böylelikle günümüzdeki İnat Kafe yapılmış. Şu an şık ve yöresel bir restoran olarak hizmet vermekte. İçindeyse tarihi fotoğraflar duvarları süslüyor. Zemin katta yemeğinizi yerken pencereden dışarı baktığınızda hala Avusturya Macaristan askerleri turluyormuş hissini yaşatıyor.
Aliya İzzetbegovic Anıt Mezarı
Nehre tepeden bakan mezarlık, tıpkı her kurşun izlerini hala taşıyan binalar gibi ibret abidesi olarak vicdanların yüzüne çarpıyor. Çoğu mezar taşında Bosna Savaş yılları yazan, hüzün dolu, aynı zamanda şehirle iç içe konumlanmış mezarlık.
Saint Anthony Catholic Church
Bu bahsedeceğim iki yer neden hiçbir gezi yazısında yok aklım almıyor. O kadar şey kaçırmışlar ki! Tam otelimizin karşısında, İnat Kafe'nin önünden gireceğiniz ara sokaktan ilerlediğinizde öncelikle çok ilginç, konut olduğunu düşündüğüm binaların önünden geçiyorsunuz. Bazıları esrarengiz, bazıları ihtişamlı, bazıları acı izlerini barındırıyor. Sokakta ilerlediğinizde karşınıza tıpkı İstiklal'deki St. Antuan Kilisesi'ne benzer bir yapı çıkıyor: St Anthony Katolik Kilisesi. Henüz kar düşmemişken yağan yağmurdan kaçmak için bulduğumuz kilisede ayin yeni bitmiş, insanlar İsa'ya şükranlarını iletiyordu. Yine hafif neogotik esintiler aldıysam da net bilgim olmadığı için bilemiyorum.
Sarajevo Bira Fabrikası/Barı
St. Anthony Kilisesi'ne komşu olan dev Saraybosna birası fabrikası. İsmi Sarajevo. Şehrin merkezine o kadar şık oturtulmuş ki, hiç de "koca fabrikanın burada ne işi var mualla?" hissi yaşamıyorsunuz. Bilakis, içerisine girecek bir kapı ararken buluyorsunuz kendinizi. İlk bulduğumuz kapı, müze girişiymiş. Giriş ve bira tadımını kapsayan farklı bilet seçenekleri bulunmakta. Diğer bulduğumuz kapı ise beni Romanya Bükreş'te yaşadığım "Midnight In Bucharest" hissiyatına götürdü. Sokaktan doğrudan girilen geniş kapıyı araladıktan sonra gördüğünüz manzara i-na-nıl-maz! Bir anda 1800'lere ışınlanıyor, hemen kendinize bir masa bulup oturmak istiyorsunuz. Oldukça lezzetli, oldukça ucuz ve oldukça buğday birasını (beyaz bira) andıran bir tada sahip Sarajevo bira imalathanesinin çıkardığı yeni ve taze ürünleri burada içebiliyor, yanında isterseniz karınınızı doyuracak lezzetler söyleyebiliyorsunuz. Bu kısmı gurme köşesinde detaylandıracağım. Yağmurdan kaçtığımız ikinci durakta bu ambiansa vurulmuşken, kısa bir süre sonra camdan düşmeye başlayan karı izlemekse apayrı bir keyif oldu. Haftanın belirli günleri ise canlı müzik yapıyorlarmış. Gündüz ayrı, gece ayrı keyifli bir mekan kısacası.
Gönül Kafe
Burada aslında olay mekan değil. Zira, aynı mekan, aynı isim ve aynı tasarımla İzmir'de de bulunmakta. Buradaki olay manzara. Anıt mezarın biraz daha üzerinde kalan, şehri Milajka Nehr boyunca himayesine alan geniş açılı bir manzaraya sahip. Hele ki, ince yağan karın altında, yerel halkın yaşadığı dar sokaklardan yokuş yukarı tırmanması ve bir anda karşınıza çıkması, bedeninizi ayrı, içinizi ayrı ısıtacaktır. Bir kahve molası için gitmeden dönmeyin'lik bir lokasyon. Hatta biraz daha uca tırmanırsanız hemen karşı tepede bulunan Osmanlı Kalesi Beyaz Tabya (Bijela Tabija)'yı da görebilirsiniz.
Müzik Köşkü
Latin Köprüsü'nün hemen yanında bulunan At Meydanında yer alıyor. Eskiden burası hipodrommuş sanırım. Adı bu yüzden. Nehrin karşı kıyısındaki yan yana yolu blokajlayan binaların yarattığı ranta aldırmadan sakin, ağaçlık bir park alanının merkezinde konumlanmış ahşap yapı, eskiden 4 tane bulunan müzik köşkünden biriymiş. Şu an kafe gibi bir ortam olduğunu geçerken gördüm ama tam misyonu hakkında pek fikrim bulunmamakta.
Bilginize sevgiyle. =*