Alman Pavyonu @AVRUPA GÜNCESİ

Ludwig Mies van der Rohe'nin 126. doğum günü olan dün için Google Doodle hazırlamış, ben de  Avrupa güncemde Alman Pavyonu'na yer veriyorum. =)

Alman tasarımcı ve mimar olan Mies van der Rohe (1886-1969),  Bauhaus'a yöneticilik yapmış bir isim. 'God is in details' ve 'less is more' görüşleriyle minimalist ve modern mimariyi savunmuş. 1913 yılında Berlin'e gelip burada mimarlık bürosu kuran Mies, 1929'da modern mimarinin anıt yapılarından, Barselona Fuarı (expo '29) için Alman Pavyonu'nu (Barcelona Pavillion) tasarlamış. 1938'de yıkılan bina 1986'da tekrar inşa edilmiş. 

'Boşluk, hacim, uzay' kavramlarını gözlemleyebildiğiniz yapıda, cam, çelik ve mermerden yapılmış duvarlar yapıyı desteklemediği için hareket edebilmekteler.  

Tasarımlarındaki amaçlar ise: sadelik ve fonksiyonellik, detaylarla zenginleştirme, iç ve dış mekanı birbirinden ayırmamak (ki bu binada bu durum fazlasıyla kurgulanmış) ve iç mekanlarda birbirleriyle bağlantı kurma olarak sayılabilir.

Yapı, İspanya'nın Barselona şehrinde halen ziyaret edilmekte...


















Yolculuk Araç mı, Amaç mı?

Yolculuklar bir noktaya ulaşmayı mı sağlar sadece, yoksa 'o noktaya varmak' ve 'o noktaya varma süreci' iki farklı amaç mıdır kişiye bağlı olarak? Kimisinin 'kaç saat yol, nasıl geçecek?' şeklinde sancılı bir süreç olarak gördüğü yolculuk, kimisine 'bir yolculuğa çıksak, gitsek, neresi olursa farketmez' gibi gelir... 

Biz çocukluğumuzdan beri hep akrabalarımızdan çok uzak şehirlerde yaşadık, dolayısıyla da her tatilimiz; ziyaretimiz 'uzun yolculuk'larla başlardı. Yolculuk da eğer uzunsa, adetten yolluk hazırlanır ve mola verilip bir güzel yenirdi. Keyifti yani kısacası, 'bir gitseydik de yesek içsek, gezsek tozsak'tı. 

Geçmiş zamanlarla konuşmam bu sürecin artık keyiften çıktığı anlamına gelmiyor aslında... Ama sanırım küçükken insan daha çok değer veriyor bu süreçlere. Çünkü siz büyüdükten sonra hayatta yerine getirmeniz gereken görevler, yapılacak işler artıyor ve zaman dediğimiz kavram daha çok değer kazanıyor. E uzun yolculuklar da bu zamanı bizden bir hayli alıyor... İnsan bir an önce A noktasından B noktasına ulaşmayı ve yapılacak işlerine devam edebilmeyi arzuluyor. 

Bu düşünce her ne kadar bir mantığa sahip olsa da, aslında 'an'ı yaşamaktan çıkmak anlamına da geliyor. Yolculuk dediğimiz kavram da, etrafı gözlemleyip farklı yaşam tarzlarına dair izler görebildiğimiz verimli bir süreç ve hayatımızda 'yapılacak işler' listesinde olması gereken başlı başına bir madde aslında. Aynı yolu takip ederek farklı çevre, doğa, kent dokusu, yaşam tarzı gözlemleyebileceğiniz bir süreç...

Yaşamdaki her keyif verici anın tadını çıkarmak gerekiyor. Yolculuğa çıktığınızda, B'ye vardığınızda yapacaklarınız üzerine odaklanmaktan ziyade, o anın ve etrafın keyfini yaşamalı, 'şimdiki zaman'da kalmalısınız.      Hatta bazen öyle zamanlar oluyor ki, bu süreç içerisinde  insan hem kendisiyle baş başa kalıp düşünme fırsatı buluyor, hem de farklı insanlarla iletişime geçip, dost dahi edinebiliyor.

Yani, yolculuklar da yapmanız gereken işin, bulunmanız gereken yerin bir parçası düşündüğünüzde... Eğer süreci planlıyorsanız bulunduğunuz noktayı baz alarak başlayın ki, yolculuk kısmı 'iki farklı zamanı birleştiren kayıp zaman aralığı' olarak kalmasın. Kitabınızı, müziğinizi ve yiyeceklerinizi hazırlayın, bir de kafanızı kurcalayan sorunları valize atın. B noktasına varana kadar tatildesiniz;))

Güneşten Endorfin;)

Neredeyse 1 senedir, güneşin içleri ısıtacak kıvamdaki etkisinden mahrum kaldığım için, son günlerde tekrar belirmesiyle mutluluk derecem artmakta.
Ülkeyi geçen senenin mart ayında bırakıp kuzeye; Hamburg'a gittiğim için ve orada da güneşin en etkisini gösterdiği anlar, Nisan ayındaki 'bahar' havası olduğu için pek birşey anlayamamıştım. Türkiye'ye dönünce de, Ankara'daki etkinliği bir türlü bitmeyen kış mevsimine girince, benim bu hasretliğim aldı yürüdü. =)
O yüzdendir ki az biraz güneş görünce bile normalinden fazla gülümseme haline geçmiş durumdayım.

Her ne kadar kendimce geçerli psikolojik sebeplerim olsa da, bunu bilimsel yanlarıyla da açıklamak mümkünmüş.=) Zira güneşin altında bir süre kalındığında cildin emdiği UV ışınları, vücudu mutluluk hormonu salgılamak üzere uyarıyormuş. 
Bunun yanısıra, cildin emdiği D vitamini, bağışıklık sistemine iyi gelerek kendimizi daha iyi hissetmemizi sağlıyormuş. 
Ultraviyole ışınlarının bir diğer etkisi ise, kan dolaşımını hızlandırmak ve bakterilerle savaşı güçlendirmekmiş.


İşin ilginç yanı da şudur ki, güneşte yananların %10'u, düzenli solaryuma girenlerin de %25'i bronz ten bağımlısı  (tanoreksiya) imiş. Bunun sebebi ise, emilen UV ışınlarının ürettiği -mutluluk hormonu- endorfinmiş ve güneşten men edildiklerinde bağımlı insanlar gibi yoksunluk krizi yaşamaktalarmış. Tabi bunun sürekli hale gelmesi cildin sağlığıyla oynamakta, o ayrı...


Güneşle olan bağımı böylece anlamış oldum. Ee, ne dersiniz, biraz daha güneş ışığı alır mıyız;))

İtalyan Mutfağı @AVRUPA GÜNCESİ

İtalyan yemeklerinin ününü bilmeyen yoktur. Üstelik sadece tek bir çeşidi değil, tatlısından kahvesine kadar birçok tadı, "İtalya'da bir başka"dır... 
'Neler?' derseniz: makarna, pizza, peynir, şarap, zeytinyağı, kahve önde gelen lezzetler arasında. Üstelik, her biri dünyanın ya 'en iyisi', ya da 'en eskisi'... 
  • Zeytin ağaçlarının çok yoğun görüldüğü ülkede, zeytinyağı; rengi, kokusu, tadı ve kalitesiyle dünyada bir numara imiş.
  • Şarap üretiminde ise dünyadaki en iyilerden birisi... Ülkenin her bölgesinde farklı şarap üretilmekte. Bu yüzden midir bilinmez, sadece özel günlerle kalmayıp, günlük bir alışkanlık haline getirmişler şarap içme olayını.
  • Peynir konusunda, 400'den fazla çeşit bulunmakta ve kimi peynirler yıllandırılmakta imiş... Başlıca türleri ise, parmesan, mozerella, fontina, pecorino toscano, ricotto, provolone ve gorgonzola...
  • Makarna konusunda tartışmaya gerek bile yok... En revaçta olan çeşitler; ravioli, tagliatelle, spagetti, penne, fettucine ve lazanya...
  • Napoli'de ortaya çıkmış pizza ise, ilk olarak 19. yy ortalarında domates sosu ve mozerella ile yenmeye başlanmış. Bu domates sosu, bir tutam tuz ve fesleğenle beraber hazırlanmakta imiş. İtalyan bir arkadaşımız bize hazırladığı her makarna ve pizzada kullanırdı bu sosu ve yemeğe inanılmaz lezzet katardı...
  • Tatlılarda, yine meşhur bir tat üretmeyi başarmış İtalyanlar: Tiramisu! Kahve likörü, kedi dili bisküvi ve maskarpone peynirinden oluşan tatlı, dünyanın her bir yerinde kültleşmiş tatlılardan olmayı başarmış günümüzde. Bir diğer ünlü tatlı ise kuru üzüm, portakal kabuğu ve konyak içeren kuru pasta “Panetone” imiş -ki ben daha önce duymamıştım.
  • Tabi ki kahve! Espressonun orijini olan İtalya'da en meşhur marka 'Lavazza'. O kadar ki, İstanbul'da cafeler açılmakta adına... Ve biz yine İtalyan bir arkadaşımızın elinden bu gerçek lezzeti tatma fırsatını bulabilmiş idik... =)
  • Ve dondurma!! İlk kez İtalyanlar, dağlardan aşağıya buz indirerek yapmış dondurmayı. Günümüzde envai çeşidi üretilmekte... En meşhur dondurma zincirlerinden biri ise 'Grom'...

İtalyanlara göre, bir toplumun kimliğini yeme-içme alışkanlıkları belli edermiş ve misafirperverlikleri ve alışkanlıklarını etkilediğini düşünürlermiş. Bu sebeple de 'fast food'a karşı 'slow food' akımını başlatmışlar ve geleneksel yemekleri tekrar önem kazanmış.

Anlaşılacağı üzere, İtalyanlar yemek ve içmekten büyük keyif almaktalar ve yemek ile hazırlanma sürecine son derece önem vermekteler... Aynı zamanda, İtalyanlar lezzetli yemek kadar kalabalık sofraları da sevmekte imiş, bu yüzden de tüm ailenin bir araya geldiği akşam yemekleri en önemli öğünmüş. Benim bir de şahit olduğum, yemeğe oturduklarında herkesin aynı anda başlamasına dikkat etmeleri. Eğer bir restorana gitmiş iseniz ve bir tek kişinin dahi yemeği henüz gelmemişse, yemeğe başlanması büyük kabalık onlar için, Türklerde olduğu gibi... 

Tanık olduğum İtalyan lezzetlerinden bir kaç kare de üzerine cila olsun... =)












'O'

Bazı insanlar vardır, asla memnun edemezsiniz. İster kendi kafanıza göre davranın, isterse onun tercih edeceği şekilde... 'O' ille bulacaktır takacak bir kulp... Çünkü;

'O', her zaman herşeyin en doğrusunu biliyor olacaktır. 'O', her zaman en doğru cümleleri kuracaktır. 'O', her zaman açıklamaya çalıştığınız bakış açınızı, hiç araştırmadan, sorgulamadan, hakkında bilgi sahibi olmadığını ele vermeyi göze alacak kadar çürütmeye ant içmiş olacaktır. 'O', kendi hiçbir şey üretmeyen biri olsa dahi, sizin yaptıklarınızı eleştirme hakkını kendinde çok rahat bulabilecektir. 'O', o kadar cesur bir kişiliktedir ki aynı zamanda, kaçak savaşacak kadar da kendine güvenecektir.

'O', o kadar mükemmel bir insandır yani... O yüzdendir ki, siz siz olun, asla 'O'nun o yüksek mertebesine erişmeye çabalamayın. Çünkü 'O' kadar zor ki!...

Starbucks'ın Yeni Konsept Mağazası

Arkitera'nın haberine göre, Starbucks Amsterdam Rembrandtplein'de bulunan eski bir banka kasasının içinde yeni bir konsept mağaza açmış. Mağazayı önemli kılan, tasarımda geri dönüşümlü materyaller kullanılması ve LEED sertifika değerlerinde olması...
Restorasyonda, eski banka kasasının tonozu, orijinal mermer ve beton zemini aynen ve restorasyon sırasında ortaya çıkan 1.800'ün üzerinde ahşap blok, tavan kaplaması olarak yeniden kullanılmış. Ayrıca, 430 m2'lik alanda meşe mobilyalar, antik Delft seramikleri, eski bisiklet tekerleklerinin iç lastikleri yer almış.
Antik Delft seramikleri

"Laboratory" ismi verilen mekan, Starbucks'ın dünya üzerindeki 9. konsept mağazası imiş.










(http://www.arkitera.com/haber/index/detay/starbucksin-yeni-konsept-magazasi-laboratory-amsterdamda-acildi/7292)

Andy Warhol Müzayedesi

Pop-art akımının öncüsü, Amerikalı Andy Warhol'un bilinmeyen eserlerinden oluşan özel bir koleksiyon, Londra'da Sotheby müzayede evinde satışa çıkarılacakmış.


Koleksiyon, Alman milyarder Gunter Sachs'a ait imiş ve satıştan 20 milyon sterlin gelir elde edilmesi bekleniyormuş. İşin ilginç yanı, 1972 yılında Hamburg'taki bir sergide bu eserler satışa çıkmış, fakat alıcı bulamamış. Sachs da o zaman eserlerin yarısını gizlice satın almış ve 40 yıl sonra da olsa bu eserlerden bir servet elde etmiş olacak...
John Lennon'la yaptığı çalışmalardan ve dostluğundan ötürü, Hamburg'taki Beatlemania Müzesi'nde Warhol'un küçük bir sergisi ve kişisel eşyaları bulunmakta aslında... Bazen kişiler ve eserler yıllanmadan çok değer görmüyor sanırım...
http://gokcengokyer.blogspot.com/2011/12/beatlemania-museum-hamburg-avrupa.html

Londra'da gerçekleşecek olan bu müzayede 22-23 Mayıs'ta imiş ;)



Yeşil Çay @BAKIM

Uzakdoğu çaylarının en bilineni yeşil çay, ülkemizde de özellikle son zamanlarda çok rağbet görmeye başlamış durumda. Sebebi ise sağlık ve diyet konusunda öngörülen bilimum yararları... 
Siyah çayla “Camellia Sinensis” isimli aynı bitkiden yetişen yeşil çayın farklı yanı işlenme tekniği... Siyah çay oksijenle tepkimeye bırakılırken, yeşil çay hemen işleme alınıyor ve bu yüzden daha antioksidan kalıyormuş. Ayrıca siyah çaydan daha az kafein içermekteymiş.
Düzenli tüketildiği takdirde de, zayıflatma gücünün yanısra sağlık adına çeşitli faydalar sağlamakta imiş. Bu faydalardan biri de cilt üzerine. Bunlardan bazıları şöyle sıralanmakta:

  • İçilen yeşil çayın poşetleri, gözlere kompres yapıldığında rahatlatıcı ve sakinleştirici etki yaratmaktaymış.
  • Yeşil çay ile tuz peelingi yapmak mümkün imiş. Ayrıca küvete doldurulan suyun içine katılan yeşil çay esansı canlandırıcı nitelikteymiş. Kendi içeriği kadar kokusu da huzur ve rahatlama hissi verdiği için de, son zamanlardaki kozmetik ürünlerinde kullanımı artmış: banyo tuzları, vücut jelleri, kremler, parfümler gibi...
  • Tonik etkisi yaratmak için, 1 çay kaşığı yeşil çayı 10 ml kaynamış suda 5 dk demleyip pamuk yardımıyla cildi silmek yeterliymiş.
  • Cilde canlandırıcı maske olarak kullanmak için ise yapmanız gereken, 2 çay kaşığı kil ile bir bardak demlenmiş yeşil çayı ılık olarak karıştırıp cilde ince bir tabaka şeklinde uygulamak ve 30 dk beklemenin ardından ılık suyla durulamakmış. Bunun üzerine de yeşil çaylı toniği uygulayıp üzerine nemlendirici sürerek cildi yumuşatmış ve işlemi tamamlamış oluyormuşsunuz.


Ben yeşil çayı sadece 'içmek faydalıymış' görüşü doğrultusunda tüketiyordum. Tadını pek sevmediğimden dolayı ve de Tayvan'dan geldiği için, yaseminli veya tarçın çubuğu ile tatlandırılmış haliyle tüketmeye çalıştığım yeşil çayıma yazık ettiğimi düşünmeye başladım. Paketin kalan yarısını kurtarma zamanıdır! =)




Sarıyer Böreği ve Tarihi @MUTFAK

Dünya Mutfaklarına merakım kadar, farklı ve tarihe dayanıyor olan Türk lezzetleri de bir o kadar ilgimi çekmekte açıkçası. Hazır dayım sushi tarifime farklı bir bakış açısıyla yaklaşıp 'bana göre şeyler yazdığında haberim olsun' demişken, meşhur 'Sarıyer Böreği'nden bahsetmenin zamanıdır diye düşünüyorum. =)
Geçtiğimiz aylarda, Sarıyer'e gitmeden önce eniştemin 'gitmişken yemeden gelmeyin' demesiyle öğrendim böyle bir börek olduğunu. Zaten İstanbul'a ve tarihine dayanan her türlü şey ilgimi çeker, bir de denize nazır tarih kokan sokaklarında bu keyfe varınca ayrı sevdim...
Tarifini farklı kılan aslında böreğin iç malzemesi: koyun kıyması, kuş üzümü ve çam fıstığı.
"Peki tarihe dayanan boyutu ne?" derseniz, 'İstanbul’da 40 Yıllık Lezzet Durağı' isimli kitapta şöyle açıklanmış:

"Ondur Ailesi Safranbolulu bir aile. 1895’te İstanbul’a gelir. O yıllar hamur işlerinde çok başarılı Bulgar ve Arnavutların yerleştiği Sarıyer’de şimdiki binada dükkan açar. Hamur elle yoğrulur, elle açılır, kat kat yapılır. Hafif yağlı koyun kıyma, soğan, çam fıstığı ve kuş üzümü harçla hazırlanan kol böreği nefistir. Boğaz’ın sayfiyesi Sarıyer’e börek yemeye gelinir. Baba Hasan Ondur müşterilerinden gelen talep üzerine aynı dükkanı Karaköy’de açmaya karar verir. 50’li yıllarda Karaköy’deki dükkan mükemmel işler. İş yerlerinin çoğunlukta olduğu, şehir ve trafiğin hareketli yeri tam bu merkez semtte sabah kahvaltısı poğaçaları, öğle ve akşam kol börekleri, su börekleri ile satışı devamlı artırır. Ancak 1958’de istimlak kararı buraya da gelir ve dükkan yıkılır. Bugün Hüseyin Ondur’un tescil ettirdiği iki isim var: ‘Tarihi Sarıyer Börekçisi’ ve ‘Tarihi Karaköy Sarıyer Börekçisi’."

Böreğin tarifine gelirsek, hamurunu açması haricinde pek bir sıkıntı göremedim ben. =)

Sarıyer Böreği

Malzemeler:

Hamuru için
5 su bardağı un
1/2 kahve fincanı ayçiçek yağı
2 yumurta
1 paket kabartma tozu
Su
Tuz

Üzerine
200 gr tereyeğı
1 su bardağı ayçiçek yağı
2 yumurta sarısı
Susam
Çörek otu

İç malzemesi
400 gr kıyma
3 soğan
2 yemek kaşığı kuş üzüm
2 yemek kaşığı çam fıstığı
Tuz
Karabiber

Hazırlanışı:
Tavada yağı kızdırıp kıymayı kavuruyoruz. Daha sonra soğanları ilave edip kavurmaya devam ediyoruz ve sonrasında kalan malzemeyi ilave edip soğumaya bırakıyoruz.
Hamuru için yumurta, sıvı yağ, un ve kabartma tozunu karıştırıyoruz ve göz kararınca suyla yoğuruyoruz ve hazır olan hamuru 5 eşit parçaya bölüyoruz. Sonra her bir parçayı açıp üzerine eritilen tereyağı ile karıştırılmış ayçiçek yağından sürüp biraz bekletiyoruz ve sonra hamuru elle inceltiyoruz. İç malzemeyi de eşit bir şekilde paylaştırıp ince rulo halinde sarıyoruz. 
Fırın tepsisine yerleştirip yumurta sarılarını sürüp çörek otu ve susamı koyuyuoruz ve 200 derecede 25 dk pişiriyoruz. 


Afiyet olsun ;)


Fotoğraflar alıntıdır.

Yoko Mono Cafe/Bar @AVRUPA GÜNCESİ

Hamburg/Feldstrasse'de sade görünümlü bir cafe aslında Yoko Mono. Onu özel kılan yine biz olduk, tıpkı Frau Möller gibi... 
Bütün dönem boyunca hep bizden birileri gidiyordu  oraya, müzik dinlemeye, birşeyler içmeye. 'Bize bir denk gelmedi' dediğimiz bir yerdi, ne zaman 'dün gece oraya gittik, çok güzeldi' diyen biri olsaydı.
Hamburg'taki son gecemizdi... Erasmus grubumuzun hepsi dönmüş, sadece biz 4 Türk kalmıştık ve 3'ümüz ertesi günü dönüyorduk. Bir diğer gün de diğerimiz...
Ev arkadaşımla bütün günü koşuşturmacalar, koli doldurmalar, valiz toparlamalarla geçirmiş, akşam olduğunda duşumuzu almış, yorgunluktan bayılmak üzere bir haldeydik... Sonra bir telefon diğer ikiliden... 'Biz Feldstrasse'ye gidiyoruz, gelsenize'...
'Uyusak mı artık' derken gelen bu telefon, tabi ki benim 'var mısınız' sorusuna dayanamayan yapım ile olumlu yanıtını buldu!
Bu vesileyle nail olduk bu cafeye Hamburg'taki son gecemizde... Önce 'buranın en güzel dönercisi' dediğimiz yerden geçerken o 'son kez'ki dönerimizi yemeden geçmedik Feldstrasse'ye gitmişken -sahi, Almanya'nın dönerleri ayrı bir başlık altına girmeyi hak ediyor gerçekten!-  
Hepimizde bir 'gitmeden son kez' mottosu var malum... O zaman bir son kez o çok sevdiğimiz Erdinger'den içmeliydik. Gecenin bi saati açık bulduk Yoko Mono'yu... İlginç bir şekilde, cafenin içinde de bizdeki tatlı hüzün ve durgunluktan vardı. 
Üç kişi sakince bilardosunu oynuyor, bir kız da onları seyrediyordu. Diğer iki genç adam barda oturmuş biralarını içiyordu sessizce. Barda içkileri veren tipik Alman görünümlü bir çift vardı, bir de biz... Biralarımızı almış bulduğumuz boş masada laflıyoruz... Barda duran gramafon ise gecenin başrol konuğu oldu, zira hepimizin ilgilisi ondaydı gece boyu... Gramafonun başına geçen dar, diz boyu etek giymiş şuh ve bir o kadar da tuhaf kadın,  adeta bizim için çaldı o gece... Eskilerden, sakin, kafa dağıtıcı, dinlendirici... Ortam daha güzel olamazdı yani...
Biralarımızı üzülerek bitirdik, arkasından da geceyi... Gece otobüsü olmalıydı yakınlardan geçen, Reeperbahn'dan... Metroyla gidip, gece otobüsüyle dönmek, tüm şehri bir kez daha gecenin içinde ışıl ışıl görmemizi ve şehrin 'özet' bölümünü tamamlamamızı sağladı bir nevi... 
Sabaha karşı evimize vardık ve gecenin huzuru üzerimizde, birkaç saat sonra başlayacak dönüş maratonumuza hazır olmak adına, o çok sevdiğimiz evimizdeki son geceki uykumuza daldık... 

Çakmaktaş'ların Evine Talip Var mıdır? ;)


Malibu'da 'Taş Devri'nden esinlenerek inşa edilmiş, 82 yaşındaki Amerikalı sunucu Dick Clark'a ait malikane satışa çıkmış. Fiyatı ise 3,5 milyon dolar...











More

Bu Blogda Ara

Translate

Archive

Recent Posts

Popular Posts

Top 10 Articles

Featured Posts

Most Trending

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı